28 Şubat 2012 Salı

Eylül


                                                                                   Gök'e

eylül düşer ayak uçlarına
hep beklemiş yaşlarındır damarları yaprakların
eğilsen nimete düşer toprak
gök havalanır ellerinden
baktığın yerdir yükselen
hüznü tabiatın
kal de balık yutmuş kentlere
suları adımlarını bekler


Hece



sen bensiz günlerini seversin
öyle seversin ki
dünyaları seviştirirsin üstüne
ben sensiz adamları severim
öyle severim öyle severim ki
tepelerin yedisi birden 
sevişir sevişir

iz nedir nasıl sürülür
bilir misin
zifirde kalırsın da
sesin içine gömülür
iz etmez ses etmez bir kervandasın da
korkmak olmaz

tırnaklarım dökülüyor
oysa geçirmiştim toprağına
tutunmuştum
nalına malına
bu nasıl iş demezler mi adama
adam sen de git işine
var git köyüne
ben yaban ellerin hepsini
gelmişini geçmişini

dillerim kurudu
ben nece konuşur nece severdim

acı hece hece
varsınlar olsunlar
aşkta varsıl saysınlar


ben sensiz adamları severim
öyle severim ki
haz tutmuş bedenim tir tir titrer
titrer de 
ben neden ağlarım
saksımda çiçeğimle
ben nere giderim.
                                                                                                               

8 Şubat 2012 Çarşamba

Sabun




İnsanlar doğarlar ve ölürler çocuğum. Hayır anne insanların bazıları doğar ve kaybolur.  Eksiltilmiş yaşam içinde varlıksız yaşarlar. Bir süre sadece kısa bir süre için arandıklarını, hafıza yitiminde unutulduklarını bilmezler bile.  Bazen Ağaç kovuklarına, sidik yutmuş tuvalet duvarlarına, bazen alt geçitlerin görünmez boşluğuna,  otobüs duraklarına asılmış çirkin bir fotoğraf üzerinde kaybolurlar, altında on iki haneli rakamla bulunma ihtimaliyle. İnsan sayılarla bulunabilir mi?  Beni çok aradın mı anne, telefon faturası çok geldi mi, ahize kulağını ağrıttı mı, ben kaybolunca hangi fotoğrafımı astınız? İnsan kaybolurken güzel aranmak istermiş.


Bazen de insan bir varmış bir yokmuşun içinde kaybolur.  Ben öyle de kayboldum anne sesim içime kaçtı da duyan olmadı. Belki o esnada mutfaktaydın ve annelerin kızlarına miras küflü salçanın mucizevî dönüşünü yaşatıyordun ya da patatesten bin türlü yemekler yapıyordun. Oysa ben bunların hiçbirini öğrenemedim. Babam televizyonda ayıp şeyler izlerken sen mışıl mışıl uyuyordun ve ben sen yokken babamın çorabında kayboldum. Leş kokularında çalı çırpı topladım. Ellerim ısınsın, gözlerim üşümesin diye. Sonra sobanın yuvamızın üzerine devrildiği akşam saçlarım tutuştu. Ben o yüzden saçımın tellerini bulamadım.


Biliyor musun anne aslında ben kaybolmaya doğarken başladım. Peygamber mucizesiymiş iki bacağının arasından dünyaya açılmak. Oysa peygamber bir bana gülümsemezmiş nur saçan dişleriyle. Kardeşlerim de güzel uzun bacaklı rahminden çıkıvereceklermiş.  Bunu anladığımda cennetin kapılarına rahminin uzaklığında kilit vurmuşlardı bile. Geç kalmıştım ve düşüncem yürümeyi henüz öğrenmese de karnının ılık sularında yüzemeyecektim biliyordum.  Artık kulağıma üç defa nefesle çınlanan ismimle yaşamı hatmedecektim. Dünyada her şeyin bir adı varmış benimki gibi öğrenecektim.


Küçükken yan odada babamın bazı geceler sana acı verdiğini düşündüm ve arada gıdıklanır gibi ses çıkartışına anlam veremedim. Eve topladığın komşularla pembe ojeli, pembe rujlu Neriman teyze hakkında bir sürü şey söyledin ve ben hepsini duydum, oysa Neriman teyzeye pastel boya takımındaki kaybolan pembe boyamı sormanı çok istiyordum. Sonra üniversite sınavında bütün doğrularımı kaybettim.  Okulu bitirdim ama dünya aşırı kaçmak istedim. Sevgilim beni terk ettiğinde öleceğim sandım ama ölmedim. Ölmeyişimin hatırına bir daha aşık oldum. İktidar olmadan dünyayı değiştirmek istedim ama dünya muktedir değilmiş anladım. Sonra arayışlarım bitmedi ve yollarımda kayboldum ve bir daha kendimden haber alamadım.



Sahi anne ben hep seni divanın altında terliklerimle bekledim. Paslı demir kokusunu içtim. Bir kalıp sabunla bulursun sandım. Gelmedin…


Şubat'12

7 Şubat 2012 Salı

Sandık Kokusu



Güneşin bin bir bilinmecesinde
Atlar tepinirken üzerimde
O gecesinde
Nerelerdeydiniz
Beklemiştim
Sesinizi ayaklarıma değdirip
Kapınızda yatmıştım

Ağzı büzülü torba gibi
Her şeyin en çok kenarında sessizim
Kötülemiş bir ihtiyarın bakışı şimdi
Silkinip sandık kokusunu
Naftalinli çamaşırlarımdan soyunsam sizi
Yaşanmış bir günü gecesinde bırakıp
Çeksem pervazını geçmişin

İçimde sizi boynumun bağından asarken
Nerelerdeydiniz
Tutmuş muydunuz bileklerimden
Bir kere en fazla
İki değil

Öpmeler olasım vardı kıvrımlarınızda
Neyin sancısı şimdi
Ağzımda çimen sapları
Paslı bir iğne gibi
Durmayın gidin
Taşlar yas tutmaz şimdi.

Ağustos'11

Gök Yolları




Karıncanın elleri demiştim bir kere
Belimde göktaşları gibi
Ne kadar anlaşılırdı her şey
İşlek derken bütün gök yolları
Sen ne kadar anlamıştın
Dünyanın tüm nehirlerinden
Aşırmıştık taşları
Ceplerimiz balondu ya
Şişirmiştik ayva kokulu ağızlarımızla…

Eylül '11


Atlı Karınca


Mandalın zafiyetine uğramış çamaşır ipinden sarkan eteklik gibiyim, baharı karşılayacak anda beyazlığımla yere düşmüşüm de, kuruyamadan daha çamur olmuş üstüm başım.  En güzel kimin üstünde dururdum merak etmemişler bile, paspas gibi o yanda bu yandayım şimdi. 

Dokuzuncu köyden kovulduktan sonra onuncu köye küsmüş kavalcı gibiyim. Yalnızlık dizlerimde romatizma, yağmuru yağdıracak tanrılar umursamıyor artık beni,  mahsus mahalmiş yalnızlık, tanrılar hakkında ne az şey bilirmişim oysa.  Arkadaşlarım ekmek arasında helva yerken oyun arası, bisiklet molası, annem salça bile süremezmiş ekmeğime,  o yüzden kapı arkalarında bitermiş bir salçası bile olmayan renksiz ekmeğim.  
Her gün usulca lunaparkın önünden geçen kısa saçlı kadınım.  Koca memeli balerin kadını hiç sevemedim ben, benimkiler hiç büyümeyecekti bildim. Gizli gizli tas basardım kocaman olsunlar diye, olmadı kocayacaklarmış öyle küçümen. Ama sevgilimin küçük diye memelerime dokunmaya kıyamadığını düşünürken kocamanlara koşacağını bilemezdim ki. Atları karıncalardan çok sevmemeyi öğrendim sonra. Karıncaları atlara ezdirmedim bu yüzden. Hem zaten atla karınca aşıkmış birbirine. Kısa saçlı kadın lunaparkın önünden geçerken atlarla karıncaları özlermiş hep. Ama pamuklara sardığı aşkı yokmuş artık gidemezmiş yanlarına. 

Saç örgülerim kalçamdan aşağı uzarken akşamları adamlar gizlice tutundular saçlarıma, ben uyurken girdiler odama, saçlarım büyümemi beklemedi ya ben uyurken kadın olmuşum meğer. Sonra adamların tutunacak çarşafları olmasın diye saçlarımı kestim.

Bir yastıkta kocayın yastıklarını hatırlıyorum iki kafanın bitişik aynı rüyaya yattığı uzunca bir yastık. Yanıma bitişik eller kollar düşledim de yanaklarım hep üşüdü, ellerim hiç ısınmadı.  Masal anlatacak kimse yoktu yorganlara sarındım ben de. Gizli gizli bir sürü şey anlattım kendime. Dünyaya salınmış koca bir gözden ibaret kısacık bir kızın hikayesi çalındı kulağıma. Çaldım söyledim, dinledim oynadım yattığım yerde.
Geceleri kocasının cebinden paralar aşıran Ayşe teyzelerin, banka veznesinde ömür sertifikası almaya hak kazanan Mehmet efendilerin, kendisine doğrularını üçer yanlışlarla yitirdin sen bu dünyada hep kaybedensin denen Alilerin, ciğerin 35 lira olduğu ülkede ciğersizlikten içi kuruyan kedilerin, adının komik anlamına gelen kelimeyle karıştırılmasına sinirlenen saka kuşlarının ülkesinde gökten balonla düştü küçük kara balıklı kız. Su kuşlarını yüzdürecek şehirler buldu kendine, sokakları geçti kaldırımları atladı, evlere girdi evlerden çıktı, tereyağlı ballı çörekler yedi, Ayşe teyzenin oğluyla sayı saymayı öğrendi. Kızlar ve oğlanlar, amcalar ve teyzeler, babalar ve anneler dünyasına düşleriyle girdi. Hayat küçük kızla hayallendi. Griden pembeye doğru renkleri saymayı öğrendi mahalleliler, mektepliler, paralılar, parasızlar. Kızın düşleriyle uyumaya düşleriyle sevmeye başladılar. Hayal kurmaya gerek yoktu dünya küçük kızla hayalleniyordu artık. Sabahlar, akşamlar, geceler, gündüzler dönme dolapta döndü durdu. Sonra küçük kız kendi suretinde küçük oğlanı gördü, elleri minnacık, gözleri kocaman, boyu kısacık cetvelde 5 santim. Bir çırpıda birleşti elleri, ayakları. Küçük kız ile küçük oğlan çimenler aşağı yuvarlandılar top top, bilye bilye. Pespembelik güneşler açıyordu tepelerinde. Küçük kız hayalini beş santimlik oğlanın ellerinde gözlerinde buluyordu artık. Hayale yatmaya, hayali düşlemeye vakti yoktu. Dünya yıldızlı haleleriyle başını döndürüyordu. 
Sonra günlerin dönme dolabında zaman tersine dönmeye başladı. Ayşe teyze kuaförün yolunu unuttu, terliklerini kaybetti de günlerce bulamadı, ütüsüz pantolonuyla yağmurda şemsiyesiz dolaştı Mehmet efendi, Ali yetişemediği trenlere, otobüslere, vapurlara ağladı, mahalleliler artık griden sonra renk görmez oldu.. Küçük kız er kişilerin ülkesinde kendi gibi eli minicik, boyu kısacık oğlana tutulalı beri düş kurmayı unuttu. Dünyanın hayali sustu birden. Küçük kız mahallelinin mutsuz mırıltılarını, kavgacı seslerini duyar oldu ve karanlık bulutun yaklaştığını hissetti.  Ayaklar kalabalık olup yokuş aşağı yürüyüşe geçti. Tencereler, testereler, kazmalar, bıçaklar, makaslarla küçük kız ve küçük oğlana koştular. Hayalsiz, gülümsemesiz, mutsuz dişleriyle, elleriyle küçük kız ve küçük oğlanın gözlerini oydular, parmaklarını kopardılar, karınlarını deştiler. Paramparça bedenlerinin üzerinden ekmek çiğner gibi geçtiler ve  yer, gök, deniz beş santimlik kana boğuldu…

Sonra aşkın, hayalin ve dostluğun katliyle uyku uyuyamaz oldum.  Göz kapaklarıma hüzün düştü, buzlu aynalarda yüzüm üşüdü. Mendilim yoktu. Ben yine ağladım…

Hem, 
Ocak başında kebap yemek varken ben yeni yılın ilk ayında neden üşüyorum.

I need some sleep…


Ocak'2012